DEVRİMCİ BİR SİYASET İÇİN GÜNCEL YÖNELİMLER
Açıktır ki, şimdi hiç kimsenin memnun olmadığı ve en küçük bir umut ışığı bırakmayan bugünkü durumdan kurtulmak için, sadece günü kurtarmaya dönük ve zahmetsiz çözüm arayışları yerine her şeyden önce bu gün yaşanan gelişmeler karşısında solun kendi iddia ve değerlerine dayanan devrimci siyasetlerin geliştirilmesine ihtiyacımız var.On beş yılı aşkın bir zamandır solun bu günün sorunları karşısında ancak kendisini yenileyerek ayağa kalkabileceğini tekrarlıyoruz. Ancak günü kurtarma adına solun kendi değerlerini ve geçmiş devrimci birikimlerini çiğneyerek yapılan şey yenilenme değil, oportünizmin, dönekliğin bataklığında kulaç atmaktan başka bir şey değildir. Gerçek bir yenilenme ve yeniden yapılanma ancak solun kendi iddialarına ve geçmiş devrimci değerlerine de sahip çıkan tutarlı bir fikri yenilenme anlayışıyla mümkün olabilir. Ancak bu şekilde aydınlık bir gelecek umudunu yeniden kazanmanın yolu bulunabilir.
Bu mümkündür ve başarabiliriz.
DEVRİMCİ BİR SİYASET İÇİN GÜNCEL YÖNELİMLER ( 1 )
Devrimci Dayanışma
SUNUŞ :
Türkiye‘de çeyrek yüz yıla yakın bir süredir büyük bir altüst oluş ve değişim süreci yaşanıyor.
Küresel kapitalizmin yeni düzeniyle ekonomik ve politik düzeylerdeki bir bütünleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan bu değişim süreci kaçınılmaz olarak egemen sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarını da keskinleştirdi. Ülke siyaseti bu gelişmenin yol açtığı yoğun çatışma ve kutuplaşmalara sahne oldu.
Birleşik Devletler, Ortadoğu‘daki büyük enerji kaynaklarına hakim olmak amacıyla yürüttüğü politikalar (BOP) çerçevesinde Türkiye‘deki din (İslam) ağırlıklı gelişmeleri destekliyor ve yönlendiriyor. Bu şekilde uluslararası büyük güç merkezlerinin desteğini de alan AKP ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatında ciddi bir hâkimiyet kurarak devlet iktidarını ele geçirme konumuna geldi.
Bu gelişmeler karşısında toplumda oluşan laiklik temelindeki tepki ve endişelerin yanı sıra devletin geleneksel askeri bürokrasisi içinde (soğuk savaş döneminde alıştıkları ABD desteğini artık arkasında bulamadığı için başarı şansı bulamayan) darbe girişimlerine kadar varan ulusalcılık temelindeki bir muhalefet hareketi ortaya çıktı.
Uluslararası sermayenin yeni liberal politikaları doğrultusunda eski refah devleti dönemlerinden kalma sınırlı sosyal hakların da tasfiyesini içeren bu neoliberal değişim sürecine karşı özellikle örgütlü emek ve toplumsal muhalefet güçleri içinde ciddi direnişlerin söz konusu olmasına karşın, toplumsal muhalefetin ve devrimci siyasetlerin zayıflığı nedeniyle ülke siyasetinin ekseni, geleneksel/eski devlet düzeni yanlılarıyla, İslamcı iktidar güçleri arasındaki çatışma ve gerilim tarafından belirleniyor.
Bu yüzden milliyetçi/ulusalcı burjuva siyasetleriyle, liberal - dinci akımlar arasındaki kamplaşma ülkenin bütün siyasal hayatına hâkim oldu. Bu kamplaşma etrafında süren iktidar kavgasına ait kavramlar solun içine sızarak geniş bir ideolojik hegemonyaya zemmin oluşturmuş durumda.
Sol hareketler içinde özellikle geçen yüz yılın sonlarında Sovyetler Birliği‘nin dağılması sonrasındaki inanç yitimi dalgasıyla birlikte yayılan liberal eğilimler, emekçi kitlelere yönelik sermayenin gerici saldırı politikalarını bir ehveni-şer mantığıyla, demokrasi adına destekleyen yönelimleri körükledi, körüklüyor.
Liberal görüşlerin genel olarak sol ve 12 Eylül‘ün yıkıcı etkileri altındaki devrimci hareketler üzerinde bu şekilde bir etki yaratabilmiş olması özellikle Sovyetler Birliği‘nin dağılmasıyla birlikte devrimci ideolojinin dünya çapında içine sürüklendiği krizin ülkemiz özgülündeki bir ifadesidir.
Bu nedenle yaklaşık çeyrek yüzyıldır sosyalizm mücadelesinin tarihi bir döneminin bittiği ve yenisinin henüz tam olarak doğmadığı bir geçiş dönemi içinde yaşadık; sermayenin yeni küresel saldırısı karşısında kitleler indinde yeterli bir inandırıcılık sağlayamadığımız bir süreçten geçtik, geçiyoruz.
Bu dönemde burjuvazinin neoliberal ideolojik saldırısıyla yayılan "kapitalizmin evrensel sömürü düzeninin dışında başka bir dünyanın ve devrimin imkansızlığı" fikri aşılamadı; bu sayede sol içinde yaygınlık kazanan liberal fikirler, kitleleri neoliberal politikaların kaçınılmazlığına ikna etmenin de bir aracı haline geldi.
Solun günümüzde içine sürüklendiği kriz, en çok ülkede yaşanan gelişmeler karşısında tavır alışlardaki fikri karışıklıkta ifadesini bulurken, ideolojik ve fikri düzeylerden bütün örgütsel düzeylere yansıyan bir derinlik gösterdi.
Bu ortamın etkisiyle "Milliyetçi/liberal", "laik/antilaik" kamplaşmalar karşısında topluma eşitlikçi-özgürlükçü bir seçenek oluşturması gereken, o amaçla kurulmuş bütün projeler bu egemen kamplaşmanın ideolojik atmosferinden ve kıskacından kendilerini kurtaramıyor. Sürecin gündeme getirdiği bütün sorunlara ilişkin büyük bir kafa karışıklığı içinde kısır iç kavgalara sürüklenerek kendi kendilerini tüketiyor. Sol, içine sızan liberalizmin neden olduğu sınır tanımaz bir kafa karışıklığı ve inanç yitimi ortamında geçmiş devrimci mücadele geleneklerimizin yıpratıldığı, uzun yıllar içinden çıkılamayacak bir yozlaşma ve atomizasyona doğru sürükleniyor.
Türkiye‘de gelişen küresel kapitalizme eklemlenme doğrultusundaki neoliberal değişim sürecine karşı emekten yana politik bir müdahale olarak kurulan ÖDP de, düzene karşı tepkilerin devrimci bir program etrafında örgütlenmesini esas alan politikalar öne çıktığı oranda etkili bir mücadele yürütülebilmiş ve toplum içerisinde azımsanmayacak bir ilgi yaratabilmiş olmasına karşın, şimdi "sol" liberal fikir akımlarının giderek yoğunlaşan yıkıcı etkisi altında ciddi bir çıkmaza sürükleniyor.
Siyaset her şeyden önce doğru fikirlerle birlikte o fikirleri hayata geçirebilecek ciddi bir toplumsal güç birikimini de gerektirir. Sağlam bir toplumsal güce ulaşamadan sözde "yüksek siyaset" oyunlarıyla kestirmeden sonuç almaya dönük arayışların sonuçta varacağı yer (fizikteki küçük kütlelerin hareket halindeki büyük kütlelerin yarattığı çekim gücüne kapılmasına benzer bir şekilde) ya darbecilere ya da (Avrupa merkezli çözüm arayışları türünden) kendi dışındaki büyük güç merkezlerine oportünist/faydacı bir eklemlenmeden başka bir şey olamaz.
Mevcut kamplaşmanın kanatlarındaki benzer ibretlik figürlerini izlemekte olduğumuz bu tür anlayışlarla devrimci bir siyasetin elbette hiçbir ilgisi olamaz. Bir yanı eski faşist devlet zihniyetinin uzantısı bir ‘Ergenekon‘culuğa, diğer yanı arkasını uluslararası sermaye güçlerinin emperyalist politikalarına dayamış sözde "müslüman demokrat" ılımlı İslamcılığın savunuculuğuna savrulmuş anlayışlarla hiçbir yere varılamayacağı ortadadır.
Bu gün karşımıza çıkan liberal değişim süreci, Siyasal İslam, AB ilişkileri, türban, darbe ve demokrasi, AKP vb. sorunlar karşısındaki farklı tavır alışların, sınıfsal-ideolojik ayrımlardan kaynaklandığından kuşku duyulamaz.
Açıktır ki, şimdi hiç kimsenin memnun olmadığı ve en küçük bir umut ışığı bırakmayan bugünkü durumdan kurtulmak için, sadece günü kurtarmaya dönük ve zahmetsiz çözüm arayışları yerine her şeyden önce bu gün yaşanan gelişmeler karşısında solun kendi iddia ve değerlerine dayanan devrimci siyasetlerin geliştirilmesine ihtiyacımız var.
Onbeş yılı aşkın bir zamandır solun bu günün sorunları karşısında ancak kendisini yenileyerek ayağa kalkabileceğini tekrarlıyoruz. Ancak günü kurtarma adına solun kendi değerlerini ve geçmiş devrimci birikimlerini çiğneyerek yapılan şey yenilenme değil, oportünizmin, dönekliğin bataklığında kulaç atmaktan başka bir şey değildir. Gerçek bir yenilenme ve yeniden yapılanma ancak solun kendi iddialarına ve geçmiş devrimci değerlerine de sahip çıkan tutarlı bir fikri yenilenme anlayışıyla mümkün olabilir.
Ancak bu şekilde aydınlık bir gelecek umudunu yeniden kazanmanın yolu bulunabilir.
Bu mümkündür ve başarabiliriz.
Şimdi artık Dünyada hava değişiyor; ekonomik krizle birlikte küreselleşmenin neo-liberal Yeni Dünya Düzeninin karşı konulmazlığı iddiaları şimdiden çürüyüp gitti; Birleşik Devletler‘in tek kutuplu Yeni Dünya Düzenine meydan okuyanlar çoğalıyor. Ülkede hava değişiyor; "mazlumların sözcüsüyüm" diyen AKP‘nin takkesi düştü, yoksulların değil varsılların temsilcisi olduğu, yolsuzlukları sahtekarlıkları her geçen gün daha bir açıkça görünebiliyor.
Tek başına bu gün yaşanan küresel ekonomik kriz bile solu ve devrimciliği yeniden haklı çıkarıyor; başka bir dünyanın mümkün ve zorunlu olduğu bir kez daha görülüyor.
Şimdi artık demokrasi umuduyla AKP‘ye bel bağlayan liberallerin masalları da tükendi; AKP ve BD karşıtı beklentilerle bir askeri darbeden medet ummanın nasıl bir şaşkınlık olduğu da ortaya çıktı!
Şimdi artık emperyalizme, zulme, açlığa, işsizliğe, eşitsizliğe karşı, bir kez daha "yaşasın devrim ve sosyalizm" diye haykırma zamanıdır.
Varsın "devrimler çağının kapandığını" vaaz eden baykuşlar gerici sermaye medyasının kürsülerinden ötmeye devam etsin;
Asıl şimdi devrimcilik zamanıdır.
SERMAYENİN ULUSLARARASI SALDIRISI VE EMPERYALİZMİN YENİ POLİTİKALARI:
Geçen yüzyılın başlarında gerçekleşen Ekim Devrimi‘nin dünyayı sarsan zaferinden sonra bütün bir yirminci yüzyıl sosyalizmle kapitalizm arasındaki büyük mücadeleyle geçmişti. İdeolojik, ekonomik, kültürel ve siyasal hayatın bütün cephelerinde süren bu mücadelenin sosyalizmin kesin ideolojik üstünlüğü altında geçen ilk yarısında kapitalizmin Keynesyen devlet müdahaleciliği ve sosyal devlet politikalarına yönelmesinde kuşkusuz kendi krizinden kaynaklanan nedenlerin yanı sıra, sosyalizm uygulamalarının kapitalist dünyada uyandırdığı yankılarının da önemli bir rolü olmuştur.
Ellilerden itibaren ciddi bir gerileme sürecine giren sosyalist kamp yüzyılın sonlarına doğru içine girdiği krizi aşamayarak dağılma sürecine girdi. Buna karşılık kapitalist kamp kendi krizini aşmanın yolunu sosyal politikalardan vazgeçip serbest piyasa alanlarını genişletmek üzere sermayenin bütün dünyada serbest dolaşım yolunu açarak, emperyalizmin yeni politikalarına yönelmekte buldu.
Sermayenin bu yeni saldırı dönemi, Yeni Dünya Düzeni adı altında bir ‘barış ve demokrasi çağı‘ olarak tanıtıldı; kapitalizmin nihai zaferinin yaşandığı, sosyalizmin, sınıf mücadelesinin, kısaca tarihin sonunun geldiği ilan edildi.
Küreselleşme, sermaye açısından sınırların ortadan kalktığı tek ve bütünleşmiş bir dünya pazarına dayanan, ulus-devlet mekanizmalarının yerel ve uluslararası kurumlar arasında esnetildiği bir yeniden yapılanma öngörüyordu.
Günümüzün emperyalizmi, kapitalizmin krizlerini dünya emekçilerinin sırtından çözmeye çalışan bir siyasi egemenlik biçimi aldı. İnsanlık dünyanın hemen her yerinde, farklı düzeylerde de olsa yoksulluk, sosyal dışlanma, ekonomik krizler, ekolojik tahribat ve savaş gibi kapitalist sistemin doğasından gelen sorunlarla yüz yüze kalıyor. 20. yüzyılın sonunda ‘tarihin sonu‘ tezleriyle nihai zaferini ilan eden kapitalizm, iç çelişkilerinin faturasını tüm insanlığa ödetiyor.
Öte yandan bugün Irak ve Afganistan‘da tarihin en haksız, adaletsiz, akla, vicdana ve uluslararası hukuka aykırı işgallerinden biri gerçekleştirildi. ABD emperyalizminin Irak‘ı köprübaşı seçerek, dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip Basra Körfezini kontrol etme stratejisi Büyük Ortadoğu Projesi olarak sunuldu. ( Bu arada Kafkaslardaki gelişmeler, dünya krizi ve emperyalizm-kapitalizmin iç çelişkiler göz önüne alındığında, hem Birleşik Devletler hegemonyasının hem de bu projenin alacağı şekli zaman gösterecek..)
Küreselleşme çağının ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan birisi; bütünlüklü fikirlerin, toplumsal kurtuluş mücadelelerinin, bilimin ve aklın yerine; parçalılığı, bilinmezliği, akıl dışlığı, mistisizmi ve dini koyması olmuştur. 21. yüzyıl bu açıdan dinin geri dönüşüne sahne olmaktadır.
Bunun sonucu, toplumsal alanda güçlü bir muhafazakarlaşma dalgası ve cemaat örgütlenmesi geliştirilmekte oluşudur. Bütün Dünyada din gündelik hayat içerisinde giderek etkinleşirken, aynı zamanda kamusal alanı da düzenleme gücüne kavuşmaktadır. Bunun en tipik örneği olarak, bu gün Türkiye‘de AKP, cemaat ağları ile aşağıdan ve iktidar olanakları ile de yukarıdan müdahale ile devlet ve toplum yapısını, yavaş ama köklü bir dönüşüme uğratmaktadır.
Küreselleşmenin "demokrasi ve barış" güzellemeleriyle süslü bu Yeni Dünya Düzeninin çirkin yüzü ABD emperyalizminin ‘Büyük Ortadoğu Projesi‘ olarak tanımlanan ve dünyanın en büyük enerji merkezlerinin toplandığı bölgeyi kontrol altına almak için Ortadoğu halklarına karşı başlattığı tarihin en kanlı saldırısıyla gözler önüne serildi. Şimdi kapitalizmin sözde nihai zaferine dair anlatılan masallar da dünyayı sarsan küresel kriz dalgasının altında eriyip gidiyor.
TÜRKİYE‘DE NEOLİBERAL DEĞİŞİM SÜRECİ
Türkiye‘nin sermayenin yeni küresel sömürü düzenine entegrasyon süreci 12 Eylül döneminde uygulamaya sokulan 24 Ocak kararlarıyla birlikte Turgut Özal‘la başladı. Çeşitli koalisyon hükümetleri döneminden sonra AKP‘nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte büyük bir hız kazandı ve nihayet ikinci AKP hükümeti döneminde büyük ölçüde tamamlanma aşamasına geldi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belirli değişiklikler geçirerek süregelen kurulu düzenin bütün yapı taşlarını yerinden oynatan süreç bugün egemen sınıf kesimleri arasında da ciddi krizlere yol açarak devam ediyor.
İkinci dünya savaşından sonra uygulanmaya başlayan ithal ikameci modele ait kurumlar, siyasi yapılar ve iktidar ilişkileri tasfiye edilerek, yerine uluslararası sermaye hareketlerine dayalı, finansal sermayenin belirleyici olduğu, parçalı ve esnek üretim modellerinin uygulandığı, kamu hizmetlerinin piyasaya devredildiği neoliberal Yeni Dünya Düzenine ait yapılar ve onun iktidar ilişkileri yerleştiriliyor.
1960lardan bu yana devam eden AB‘ye üyelik süreci de kapitalist dünyadaki bu gelişmelerin sonucu olarak, bu sürecinin önemli bir parçası haline dönüştürüldü..
Devletin neoliberal dünya düzenine uygun olarak yeniden düzenlenmesi, iktidar yapısında da bir değişimi ve farklılaşmayı ortaya çıkarıyor. Tarihsel egemen bloğun konumu sarsılırken, küreselleşmeye entegrasyon sürecinde palazlanan liberal-İslamcı yeni elit, bürokrat ve sermaye kesimi, devlet içerisinde daha etkin bir konuma geldi.
Neoliberal yapılanmanın getirdiği uygulamalar, gerek eski çürümüş kapitalist sömürü düzeninden umudunu kesmiş olan kitleler arasında gerekse ülkede liberal bir değişim talebi içinde olan aydınlar arasında ilk anda bir ilerleme ve iyileştirme olarak algılanmakta. Bu algı eski düzen savunucusu partiler karşısında AKP‘nin seçim başarılarında kendini gösteriyor.
Şimdi artık bu uygulamaların ülke ve emekçi halk kesimleri için hazırladığı geleceğin nasıl bir şey olduğu yine onların gözünde yavaş yavaş görünür hale gelmeye başlamıştır. Kapitalist küreselleşme tüm insani değerlerin üzerinden bir silindir gibi geçiyor. Yoksullaştırıyor, yalnızlaştırıyor, çaresizleştiriyor. Bir kesim dar milliyetçiliğin etki alanına girerken, daha geniş kesimler için kapsayıcı "kolektif kimliklere", dini referanslara sarılmak bir çıkış yolu gibi görünüyor. Ortak paydası Batı karşıtlığı, modernite korkusu olan milliyetçilikten beslenen kökten dincilik veya dini de referans alan bir ırkçılık boy gösterebiliyor.
Bugün, neoliberal politikalarla, sömürü daha yaygın ve daha vahşi bir hal almıştır. Sermaye bütün alanlara doğrudan müdahale imkanına kavuşurken, kamusal mal ve hizmetler piyasanın denetimine terk edilmiştir. Emeğin değersizleştirilmesi ve işsizliğin yaygınlaşması sonucunda sınıflar arası gelir dengesizlikleri de büyümektedir.
Bu gün ülkenin dış borç yükü milli gelirin büyük bir kısmının borç faizlerine ayrılmasını gerektirecek kadar büyük bir artış gösterirken, ekonominin kaderi de dışarıdan gelen mali sermaye akışının kontrolüne girmiş durumdadır. Emekçi sınıflar arasındaki yoksullaşmanın artmasına paralel olarak, gelir dağılımındaki dengesizlik daha da büyümüş, sağlık, eğitim, haberleşme, enerji alanlarının neredeyse bütünüyle piyasanın kurallarına terk edilmesi, halkın sahip olduğu sınırlı hakların da tümüyle elinden alınması anlamına gelen olumsuzlukları bir ölçüde görünür hale gelmiştir. Piyasalaştırmanın en ciddi sonuçlarından biri de iş güvencesinin ortadan kaldırılmasıdır. AB sürecinin desteklediği en büyük yıkım ise tarım alanında kendini göstermektedir.
Bütün bunlara karşın AB sayesinde bütün sorunların çözülebileceği hayali hâlâ aydın kesimler içinden önemli bir destek bulmaya devam ediyor. AB dolayımında yaşanan sorunlar ve bunların ortaya çıkardığı kriz, solun iç tartışmalarının da ekseni haline gelerek Türkiye‘nin neredeyse son yirmi yılına damgasını vurmuştur.
NEO-LİBERALİZM VE SOL
Bu gelişmeler karşısında sol cenahta iki hakim eğilim oluştu. Bir kesim ulusalcı bir bakış açısıyla (aslında soğuk savaş yıllarında emperyalizmin o dönemdeki ihtiyaçlarına göre şekillenmiş sömürge tipi faşizmden başka bir şey olmayan) eski "laik" ve "milli" devlet yapılanmasını savunan, özünde sağ ve muhafazakar bir anlayışa savruldu. Buna karşı daha geniş bir liberal kesim ise gene emperyalizmin bugünkü ihtiyaç ve tercihleri doğrultusundaki sözde ‘liberal demokratikleşmenin‘ arkasına dizilerek, sonuçta aynı kapitalist sömürü düzenini savunusuna soyundu.
Bu eğilimler geçilen dönemde devrimci bir siyasetin gelişmesinin önündeki en önemli engellerden birini oluşturdu.
Emperyalist/kapitalist düzenin eski ve yeni biçimlerinin çıkar grupları arasında süre giden çatışmanın her ortaya çıkışında, o gün yaratılan gündeme göre soldaki yarılma daha da derinleşmekte. Fethullahçılar‘ın istihbarat ve medya operasyonlarının nerede başladığı, Kuvvacılar‘ın darbe projelerinin nerede bittiği bilinmediği bir rezilliğin ortasında, CIA, MİT, Jandarma ve Polis istihbaratçılarının ortalıkta cirit attığı bu bulanık ortamda demokrasicilik oynanmakta.
Bu savrulmanın bir nedeni milliyetçi hezeyanın ( Ergenekon operasyonunda iyice ortalığa serilen) yükselişiyle ilgilidir. Pek çok aydın ve demokrat insan başka bir seçeneğin olmadığı koşullarda milliyetçi militarist akımla liberal dinci akım arasındaki çatışmalarda sivil siyaset alanının genişlemesi açısından liberal akımın kazanmasını daha istenir bir durum olarak görmekte ve ülkede gelişen İslamileşme olgusuna karşı daha yakın ya da hayırhah bir duruş göstermektedir.
Devlet ve demokrasi sorununun sınıfsal bağlamlarını dışlayan bir yaklaşımla, AKP‘yi demokratikleşmenin aktörü olarak gören tutumlar gelişebilmektedir.
Bu tür anlayışların dikkat çekici bir başka yönü bütün bu demokrasi tartışmasının içinde emperyalizmin rolünün hiç dikkate alınmamış olmasıdır. Bırakalım dikkate almayı, bireysel bağımsız liberallerin çoğu artık emperyalizm diye bir şeyin varlığını bile kabul etmeme, "küreselleşme çağında emperyalizm olmaz" deme noktasındadır. Böyle olunca örneğin Birleşik Devletler belgelerinde bile dünya ölçeğindeki açtığı okulların finansmanını CIA katkısıyla sağladığı kabul edilen Fethullah Gülen‘in yaşanan gelişmelerdeki (özellikle istihbarat savaşları bağlamındaki) rolü apaçık ortadayken, onların darbecilere karşı verdikleri iktidar kavgasının arkasına sözde demkrasi adına dizilebilmektedirler.
Emperyalizm, kapitalizm, neoliberalizm, sınıflar, dünya çapında körüklenen dincilik ve ılımlı İslam gibi konulara hiç değinmeden, bir tek soruya yanıt vermemiz isteniyor: Darbe mi demokrasi mi?
DARBE, DEMOKRASİ, ŞERİAT VE DEVRİMCİ SİYASET
Yüz yıla yaklaşan tarihinde demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Buna rağmen egemen sınıflar arasındaki her iktidar kavgasında dönme dolap gibi aynı sorular, aynı ikilemler getirilip getirilip önümüze konur: Demokrasi mi, darbe mi? Darbe mi, şeriat mı?
Demokrasi mücadelesi her şeyden önce bu amaç için örgütlenmiş ve bunun için mücadele eden bilinçli bir halk hareketi gerektirir. Buna hiç niyeti ya da inancı olmayanlar, demokrasi mücadelesini ya AKP‘ye, ya ABD‘ye ya da AB‘ye havale ederek gerçekte demokrasiyle hiç ilgileri olmayan bu güçlerin arkasında taraf olmaya çağırıyorlar. Oysa çokça öykünülen Batı demokrasilerinin arkasında uzun yıllar süren devrimci mücadelelerin tarihi vardır.Bugün uygulanan Yeni Dünya Düzeni ve yıllardır gözümüz önünde yürütülen savaşın demokrasi için yapıldığına da inanmamızı sağlayacak bir akıl tutulması gerekli.
Devrimci bir siyaset-emek-sermaye çelişkisinde mevcut düzene karşı mücadeleyi temel alan bir anlayışa dayanmak zorundadır; soyut bir demokrasi tapıncına değil. Kuşkusuz bu ilke burjuva klikleri arasındaki çatışmalar karşısında tarafsız ve ilgisiz kalınması demek değildir. Somut koşullara göre, bazen açık bir faşist tehlike karşısında, ne kadar eksik ve sakat bir demokrasi anlayışına sahip olursa olsun, bir burjuva kliğinin geçici olarak desteklenmesi de söz konusu olabilir. Keza bir açık faşist tehlikenin olmadığı koşullarda da, birbiriyle mücadele halinde olan iki burjuva kliğinin hangisinin daha tehlikeli olduğuna bakarak mücadelenin ağırlıklı yönünün ne tarafa olması gerektiği konusunda da doğru karar vermek gerekir. Bu sorun, diğerini ihmal etmemekle birlikte, esas gücün ne tarafa yığılması gerektiğine dair önemli bir sorundur. Her türlü hata tamir edilebilir; ama yığınakta hata, futboldaki penaltı atışında kalecinin ters köşeye yatması gibi, tamiri en zor, bazen imkansız hatalardandır.
Bugün ülkede yaşanan gelişmeleri "darbe ve demokrasi" ikilemi içinde görerek, darbeye ve askeri vesayet rejimine karşı (hem de Müslüman demokratlarla birlikte) mücadeleyi en önemli mesele olarak görmek böyle bir hatadır.
Milliyetçiliğin/darbeci militarist geleneğin ülkemizin en önemli sorunlarından biri olduğu kuşkusuz doğrudur. Bir kurum olarak ordunun tarihten gelen geleneksel özellikleriyle birlikte Kemalist ideolojinin Türkiye Cumhuriyeti‘nin kuruluş sürecinden gelen misyonu çerçevesinde, askeri bürokrasi içinde cuntacı örgütlenmeler her zaman olagelmiştir.
Ancak Türkiye‘nin yakın geçmişinde karşımıza çıkan ‘başarılı‘ askeri darbelerin arkasındaki harekete geçirici güç ordunun geleneksel eğilimlerinden çok Birleşik Devletler ve yerli tekelci sermaye çevreleri olmuştur. Çünkü ikinci dünya savaşı sonrasında Türkiye‘nin ve ordunun (komünizme karşı yürüttüğü "soğuk savaş" siyasetleri çerçevesinde kendi egemenlik ilişkileri altındaki ülkelerde sol hareketlerin gelişmesini engellemek için kontrgerilla tekniklerinin yanı sıra askeri darbelerin düzenlenmesine dayanan politikalar uygulayan) ABD‘nin hegemonyası altına girmiştir.*( DN1)
Şimdi ise Sovyetler Birliği‘nin dağılmasından sonra artık durum değişmiştir. Komünizm tehlikesinin ortadan kalkması nedeniyle Birleşik Devletler‘in askeri darbelere eskisi kadar ihtiyacı kalmamıştır. Bu nedenle "Yeni Dünya Düzeni" politikaları terörizm tehlikesini esas alan bir "demokrasi" paradigmasına dayandırılmıştır. Bunun pratikteki anlamı ABD‘nin "terörizm tehlikesine" karşı dünya barışını ve "demokrasiyi korumak" için (!) artık eskisi gibi dolaylı saldırı yollarına da gerek kalmadan doğrudan askeri müdahale ve işgallere başvurabilmesi olmaktadır.
Bütün bu nedenlerle bir darbe tehlikesinin konjonktürel olarak ülkenin birinci meselesi olduğunu söylemek bugünün gerçeklerine uygun bir değerlendirme değildir. Darbeci/militarist olarak tanımlanan Türkiye‘nin geçmiş dönem hakim yönetim odakları büyük ölçüde yeni sisteme uyum sağlamış görünüyor. Uyum sağlamayan kesimler/unsurlar ise tasfiye ediliyor. Bu tasfiye sürecine direnen asker/sivil bürokrat kesim de etkisizleştiriliyor, sindiriliyor, yıpratılıyor, tutuklanıyor. Dolayısıyla bu kesim artık soluklaşmış ve fazlaca bir etkinlik ortaya koyma gücü kalmamış durumda. Ergenekon soruşturması da devrimcilerin yıllardır söylediği hesap sorma işiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir süreçtir. Evet, isimlerin birçoğu, gerçekten hesap sorulması gereken kişilerdir. Ama bu kişilerin de aralarında bulunduğu gerçek derin devlet/çete örgütlenmesinin açığa çıkartılması ve gerçek eylemlerinin hesabının sorulması bu operasyon kapsamında söz konusu değildir. Derin devletin ağırlıklı bir kesimi, yeni sistemin yeni derin devlet yapılanması içerisinde de varlığını devam ettirecektir. İslamcı/liberal kesim ise, Türkiye‘ye biçilen yeni rolün, yeni ideolojik, ekonomik, siyasal yönelimin en önde gelen temsilcileridir. Bu kesimin kurduğu iktidarın, geçmiş dönemin darbeci/militarist yapısından daha demokratik olduğunu/olacağını söylemek olanağı da yoktur.
Sistem giderek İslami, despotik bir yapıya evriliyor. Geçmişte siyasi cinayetler işleten, darbeler yaptıran aynı emperyalist güçler, bugün İslami tarikatların ve onların siyasal sözcüsü konumundaki AKP‘nin arkasında ve bu kez belki de daha baskıcı bir sistemi onlar eliyle kuruyorlar. Nitekim uygulanan yeni liberal politikalar, daha fazla baskıyı, daha fazla ideolojik çarpıtmayı, dine sarılarak tevekkül içerisinde itaat etmeyi gerektiriyor. Hali hazırda giderek yoksullaşan halk kitlelerinin gözleri bağlanarak dinsel ve başkaca kültürel dayanaklara yönelerek daha kolay yönetileceği, muhalif kesimlerin ise tamamen susturulacağı bir baskı dönemi söz konusudur.
Dolayısıyla, bugün AKP eliyle yaratılan yeni rejime karşı mücadele esas görevdir. ABD‘nin dayattığı ve AKP‘nin temsil ettiği neoliberal İslamcı çizgiyle uzlaşan geçmiş dönemin darbeci geleneğiyle hesaplaşmak da bu mücadelenin bir parçası olarak gelişecektir.
Dinin ve muhafazakarlığın yükselişi yaşadığımız çağın en büyük gerçeklerinden biridir. Sadece Türkiye ve Ortadoğu gibi İslami akımların zaten güçlü olduğu ülkelerde değil, Amerika ve Avrupa dahil bütün dünyada dinselliğin yaygınlaştırıldığı gözleniyor.
Bugün, Türkiye‘de Kuran‘daki idari ve hukuki hükümler manasında şeriat kanunlarının hakim olduğu bir rejim tehlikesinden söz etmek doğru olmasa bile, Fethullahçılığın stratejisindeki toplumun inanç ve düşünce dünyasını ele geçirerek dönüştürme stratejisinin bir göstergesi olarak günlük hayatta yaygın olarak geliştirilen İslamileşme ve dinselleşme olgusu, toplumda hayata ve olaylara din normlarına göre bakan zihniyetin yaygınlaştırarak, ülkenin özgürlükçü ve aydınlık bir geleceğe yönelmesinin önünde ciddi bir tehlike oluşturmaktadır.
Bu nedenledir ki darbe-şeriat tartışmalarına tersten bakarak darbe tehlikesinden başka bir şey görmeyenlerin yaptığı, aslında bugün yaşanan bu olumsuzluğun üstünün örtülmesinden başka bir şey olmamaktadır
Bugün Birleşik Devletler‘in yeni kurgularına karşı Ordu içinden yöneltilen tepkiler özellikle laik cumhuriyetin ve ulusal bütünlüğün korunması noktalarında yoğunlaşıyor. Birleşik Devletler ile Ordu arasındaki uyuşmazlığın BOP çerçevesinde Türkiye‘ye biçilen rolün yanı sıra Kuzey Irak tasarımlarına ilişkin yoğunlaşmasına karşın, düzenin zaman içinde kendisine askeri ve sivil kanatları arasında ABD dolayımından geçen yeni bir nispi denge kurmasının yolunu bulması olanaksız görülmemelidir. Hiçbir düzen içi iktidar kavgası, o kavganın yarattığı ortamdan yararlanabilecek bir devrimci halk hareketi olmadıkça, düzenin bozulması noktasına kadar ilerleyemez. (En son Anayasa Mahkemesi‘nin kısa süre önce AKP‘nin kapatma davasında verdiği karar ertesinde yaşanan gelişmeler böyle bir yeni nispi denge kurulması noktasında belirli bir mesafe alındığının bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir.)
Özetle söylemek gerekirse, sol, bu ülkenin geleceğine bir alternatif olarak ortaya çıkmak istiyorsa, (örneğin geçtiğimiz aylarda AKP‘nin kapatma davası ile Ergenekon davası etrafında sürdürülen "darbe mi, demokrasi mi" türünden) birbirine zıtlık içinde gelişen, temelde aynı dünya görüşüne dayanan ikilemlerin peşinden sürüklenmeden, mevcut kapitalist düzene karşı mücadele esasına dayanan devrimci bir siyaset anlayışıyla kendi yolunda yürümeye devam etmelidir.
Bu bakış açısı, bu gün ülkeye egemen olan kamplaşma karşısında bir tarafsızlık değil, burjuva klikleri arasındaki çıkar kavgasının tarafı olmadan, her iki tarafın da içinde yer aldığı, sistemin bütününe karşı bir alternatif düzen için aktif mücadeleyi öngören bir anlayıştır. (DN2)
Bugün büyük ölçüde kapitalist küreselleşmeye eklemlenmiş olan Türkiye‘de devrimci muhalefetin ana halkası şimdi İslamcı bir parti eliyle yürütülen neoliberal politikalar temelindeki kapitalizm karşıtlığı olarak görülmelidir.
Sol hareketler, ülke siyasetine neoliberal politikaların mağdurları olan emekçi sınıfların sorunlarını esas alarak, neoliberal sömürü düzenine karşı emekçilerin haklarını savunma temelinde müdahale etmenin yollarını bulmalıdır.
AB ÜYELİK SÜRECİ VE DEVRİMCİ SİYASET
Bugünün dünyasında devrimci siyaset, hem her türlü küreselleşmeci sol anlayışlarla hem de ona karşı bir tepki olarak gelişen "sol milliyetçi" anlayışlarla kendisi arasına net bir çizgi çekmek zorundadır.
Liberal sol anlayışlar küresel kapitalizme uyum esasına dayanır; her türlü küreselleşme karşıtlığını milliyetçilik olarak algılar. Sol milliyetçilik ise, küreselleşme karşısında eski kurulu düzenin ve devlet yapısının savunusuna dayanan muhafazakar bir anlayışa tekabül eder.
Günümüzde devrimci siyasi anlayışlarla liberal ve milliyetçi çizgiler karşısındaki farklılıkların pratik süreçler içinde yarattığı makas giderek açılmaktadır. Gelişmelerin karmaşık akışı içinde ortaya çıkan tekil sorunlardaki tavır alışlarda bulanıklık yaratan bu durum, bu kesimlerle yol arkadaşlığını zorlaştıran bir boyut kazanmaktadır.
Avrupa Birliği konusu hâlâ bu fikri karışıklığın kaynaklarından birisi durumunda. Bu yüzden devrimci siyaset, bir yandan Avrupa‘nın muhalif, emek yanlısı sol kesimleriyle kurulan ilişkileri göz ardı etmeyen, diğer yandan demokratikleşme girişimlerinde aktif tavır alan bir tutumu sürdürürken AB karşısındaki tutumunu da netleştirmeli, içine sokulduğu "AB‘ci sol" görüntüsünden kurtulmalıdır.
AB bugün kendi gündemini gerçekleştirebileceğine inandığı için İslamcı/muhafazakar AKP‘ye kol kanat geriyor. AB sözcülerinin dili, sınıfsal çelişkileri, emek-sermaye arasındaki uzlaşmazlığı görmezden gelen soyut bir devlet-toplum karşıtlığı, "Kemalist bürokrat elitler" "değişimci muhafazakarlar" soyutlamasına dayanan malum kurguyla malüldür. Zamanla AB‘nin Türkiye‘yi çatısı altına almaya niyeti olmadığı, icraatının, Türkiye‘nin iç tartışmalarında "liberal-muhafazakar ittifakıyla" "devletçi-milliyetçi" kesim arasındaki mücadelede birinciden yana tavır koymakla sınırlı olduğu kanısı yaygınlaşmıştır.
Bütün bunlar, devrimci bir siyaset anlayışının, kendisini AB‘ye endekslemiş bir siyaset anlayışı ile arasına kesin bir ayrım koymasını zorunlu kılmaktadır.
EMPERYALİZM
Küreselleşme süreci karşısındaki yanlış eğilimler emperyalizm karşısındaki tutum alışlar konusunda da karşımıza çıkıyor. Küreselleşme sürecini olumlu bir gelişme bağlamında emperyalizmin aşılması olarak değerlendiren – liberal – görüş yanlısı kesimler emperyalizmi ve onun bölge politikalarının sonuçlarını es geçiyorlar.
Emperyalizm ve tarihsel ve konjonktürel bir gerçeklik olarak, bugün de mücadelenin hedefinde durmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrasında emperyalist kapitalist kamptaki gelişmeler emperyalizmi üçüncü ülkeler açısından dışsal bir olgu olmaktan çıkararak "yerli" sermaye ile bütünleşme sürecine sokmuştu. Son çeyrek yüz yıl içinde Küreselleşmeyle birlikte bu süreç daha da derinleşmiş, emperyalizmin içsel bir nitelik kazanması somut bir gerçeklik kazanmıştır.
Devrimci bir siyaset anlayışı, ulusalcıların kapitalizmle bağlantısını kurmadan her türlü dış etkileşimi emperyalizm diye yaftalamaları yanılgısına düşmeden, tarihsel ve konjonktürel geçerliliğini koruyan bir emperyalizmle mücadele anlayışını günümüz gerçeklerine uygun biçimde geliştirmelidir. Türkiye devrimci/sosyalist hareketlerinin tarihinde önemli bir yer tutan bağımsızlık kavramı da devrimci siyasetin içindeki yerini bu günün gerçekliği içinde ( kimilerinin "içe kapanmacılık" olarak tanımlamalarına imkan bırakmayacak bir içerikle) anlamlandırılmalıdır.
Tüm dünya solunda emperyalizm tartışmaları yeniden gündeme otururken, ekonomisi kesintisiz uluslararası sermayenin talimatları doğrultusunda yönlendirilen, ordusu NATO‘nun ikinci büyük gücünü oluşturan bir ülkede emperyalizmi ve onun ülke siyaseti üzerindeki rolünü hesaba katmayan siyaset anlayışlarının gelişmeleri doğru değerlendirmesi mümkün olamaz.
Emperyalizm-faşizm ilişkisini doğru bir şekilde tanımlayabilen bir devrimci siyaset, kendisini emperyalizmden kopuk tek başına milliyetçilikle uğraşan "sol liberal" çizgiden de, kapitalizmle bağını kurmaksızın, sadece emperyalizmle uğraşan "ulusalcı sol" çizgiden de ayıracaktır.
SİYASAL İSLAM VE LAİKLİK
Dini taassubun mevcut iktidar eliyle bu denli koyulaştırıldığı bir ortamda ihtiyaç duyulan laiklik anlayışı, evrensel akla, insanın doğal iyiliğine, aydınlanma düşüncesine, ilerlemeye çağrı yapan eylemli bir laiklik çizgisidir. Post-modernizmin görecelilik, bilinemezlik tuzaklarına düşmeden, bilime, araştırmaya, evrime vurgu yapan; gericiliğe, akıl dışılığın karanlığına, batıl itikatlara, kadını ikinci sınıf konuma iten dinsel pratiklere karşı cephe alan bir zemindir.
Bu güne kadar özgürlükçü sol anlayışlar tarafından ülkede yaşanan gericileşme dalgasına karşı, pozitif ve insanları aktif mücadeleye davet eden bir laiklik çizgisi izlenmedi; Toplum içinde çok geniş bir muhafazakarlaşma dalgası yaratan Siyasal İslamcı hareketten çok, yanlış bir laiklik anlayışına yanıt oluşturdu. Bu bakımdan ‘Devletçi laikliğin‘ karşısına, devletin tüm din ve inançlara, finansman dahil eşit mesafede durmasını öneren ‘özgürlükçü laiklik‘ kavramıyla çıkmak isabetli olmakla birlikte, devletten idari bir talep, bir temenni olmakla yetindiği için eksik kaldı.
Bu ikircikli ruh halinde, radikal cumhuriyetçi zihniyetle aynı çizgiye savrulma endişesi, Kürt hareketinin dindar tabanı ürkütmeme kaygısı ve liberal hegemonyanın siyasal İslam ile flörtünden etkilenme kaygıları rol oynadı. Devlet eliyle dindarlaşmanın, özellikle kamu kurumlarında ve eğitim sisteminde yaygınlaştırılmakta olduğu bir ülkede laikliğe pozitif bir değer, bir yaşam tarzı olarak sahip çıkmanın sosyalistlerin de sorumluluğu olduğu unutuldu.
Bu dönemde ekonomik ve sosyal karışıklıklar karşısında toplumda bir kadercilik anlayışı da yaygınlaşıyor, yaygınlaştırılıyor. İnsanın kendi yazgısını değiştirebileceği, yaşama müdahale edebileceği umudunu aşılamak hem dinin kaderciliğine karşı ideolojik cepheden bir cevap, hem de insanların mevcut politik konjonktüre müdahale edebileceği fikrini canlı tutmak açısından önem taşıyor. Türkiye toplumunda sadece dini temelli bir kadercilik değil, piyasa toplumunun, IMF programının, borsa göstergelerine bağlı bir yaşamın değişmezliği hissiyatını dağıtmak için de aktif bir laiklik çizgisine sahip olmak gerekir.
Toplumdaki dincileşmeye karşı doğru temelde geliştirilecek aktif bir mücadeleyi ihmal eden bir solun ülkemizde hiçbir şansı olmayacaktır. Bu konularda yarım ağızla konuşmanın veya bizim dışımızda şekillenmiş ana akımların gölgesinde yürütülen bir siyaseti temel almanın yanlışlığı açıktır. Tabii ki devrimcilerin-sosyalistlerin laiklik mücadelesine çağrısı, Kemalist referanslara dayanmak konumunda değildir. Ama yükselen siyasal İslam karşısında halisane duygularla Kemalizm‘e dayanmaktan başka çare bulamayan insanları da yabancılaştırmamayı gözetir.
Hayatı sekülerleştirmeye yönelik çağrımızın inandırıcılığı, bu temelde bir iddiayı kararlılıkla geliştirdiğimizde etkili olabilecek ve en geniş kesimleri doğru bir program etrafında toplama becerisi göstermeye bağlı olacaktır; İnsanları bu temelde bir mücadeleye ve örgütlenmeye çağırmak, bizi, sol liberaller ile ılımlı İslamcıların buluştuğu zeminden net biçimde ayırarak, devletin yanlışları karşısında, ciddi bir çekim merkezi haline getirebilecektir.
DEVRİMCİ DAYANIŞMA
Sosyal adaletsizliğin büyümesi ve sosyal devletin tasfiyesi, sistemin karşısında onunla bağını koparmış devasa bir kitleyi çıkarıyor. Devrimci bir siyaset ancak, emekçi sınıfların bu kopuşunun örgütlenmesi, onların hak ve çıkarlarının savunulması temelinde gelişebilir. Bugün emekçi sınıflar içerisinde ilerici-devrimci güçlerin etkisi yok denecek kadar azdır. Buralar cemaat ve tarikat örgütlenmelerinin, her tür gerici düşüncenin hayat bulduğu alanlara dönüşmüştür. Bu tür yapılanmalar aynı zamanda sistem için de bir tampon görevini üstlenerek, bu umutsuz kitlelerin düzenle bağını sağlayan en önemli araçlar haline gelmektedir.
Cemaatler ve tarikatlar eliyle yaygınlaşan boyun eğme kültürüne karşı ancak isyan ve dayanışma kültürü örgütlenerek mücadele edilebilir.
Küreselleşme çağında, yoksulluk kapitalizmin bir önceki döneminden farklı olarak sadece sefalet ile açıklanamayan, sistem dışı ve sosyal dışlanmaya maruz kalan bir tür sınıf dışı olarak da tanımlanan geniş bir kitleyi ortaya çıkarmaktadır. Sistem tarafından ‘suç ve tehlike‘ ile kodlanan bu kesimler, baskı ve zor yoluyla kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır.
Küreselleşme ile birlikte yaygınlık ve süreklilik kazanarak sistemin kendisi için de tehlikeli boyutlara varan yoksulluk karşısında kapitalist merkezler de kimi önlemler alarak, yoksul kitlelerin tepkilerini manipüle etmeye çalışmaktadır. Dünya Bankası‘nın mikro kredi vb. uygulamalarıyla, çokuluslu şirketlerin promosyon ve yardım kampanyalarıyla, yoksulluk kontrol edilebilir bir noktaya çekilmek isteniyor.
Bütün bunlara karşı dayanışmacı ve paylaşımcı bütün değerleri yaşamın içerisinden yeşertecek, yeni bir yaşamın izlerini taşıyan dayanışmacı bir toplumu bugünden oluşturmaya dönük somut adımlar atmak önemli bir görev olarak görülmelidir. Mücadele alanının özgünlüğüne, ihtiyacına göre yaratılabilecek olan değişik formlar ve modeller, kuşkusuz ülke çapında yürütülebilecek politik mücadele ve örgütlenmelerle birbirinin yerine ikame edilebilerek karşı karşıya getirilebilecek kavramlar değildir. Çokça söz edilen "devrimci hareket" "devrimci örgüt" iddiasının hayata geçirilmesi de ancak böylesine geniş ve büyük bir muhalefet hareketinin örgütlenmesi ile gerçekleştirilebilir. (DN:3)
DEVRİMCİ SİYASETİN DİLİ
Dünya tarihinde etkili tüm devrimci hareketler halkı mücadeleye çağırırken ona erdemler, değerler, ortak paydalar yükleyen, tarihteki anlamlı kavşak noktalarına gönderme yapan bir dil, bir sesleniş benimseyerek etkili olmuştur. Türkiye‘deki 60‘lı, 70‘li yıllardaki devrimci yükseliş döneminin dili de, bugünkü Venezuella, Bolivya benzeri pratikler de bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Halbuki "sol" liberalizmin hegemonyasında kurulan "çokbilmiş" bir aydın söylemi adeta halkın çoğunluğunu günah çıkartmaya davet eden, devletten kaynaklanan baskıcı icraatlardan da ona pay çıkartan, haliyle halkı soldan uzaklaştıran bir sonuç veriyor. Devrimci mücadele ise, ezilen halk kesimlerinin özgüven duygusunu geliştirerek kazanılabilir. Zaman zaman geçmişin sloganlarını, devrimci kahramanlıklarını da hatırlatarak, ama asıl olarak insanlara pozitif yönlerini, mücadele geleneklerini, tarihteki anlamlı rollerini hatırlatan bir dil ile seslenmek gerekir.
Keza, etnik ve mezhepsel kimlikleri kutsayıcı bir anlayışla, bireylere buradan seslenen bir dil de evrensel sol anlayışa da, solun bizim coğrafyamızdaki tarihine de yabancıdır. Bu söylem aynı zamanda ‘listede yer bulamayan‘ kimliklere sahip yurttaşları da soldan uzaklaştıran bir etki yapar. Devrimci siyasetin dili etnik ve mezhepsel ayrımları esas alan bir dil değil; politik kimlik (sosyalistler, sosyal demokratlar), sınıfsal kimlik (işçiler, emekçiler, köylüler), toplumsal cinsiyet ve kuşak (kadınlar, gençler) üzerinden kurulacak bir dil olmalıdır .
KÜRT SORUNU, DEVRİMCİ ÇÖZÜM
Türkiye‘nin bu gün karşı karşıya bulunduğu en önemli ve karmaşık sorunların başında Kürt sorunu geliyor. Kürt sorunu her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin zayıf ve dışa bağımlı olması, keza ülkede gelişkin işçi hareketinin olmaması nedeniyle devrimci bir demokratik devrim süreci yaşanmamış olmasından kaynaklanan bir sorundur. Türkiye‘yi yüz yıla yakın bir süredir yöneten egemen sınıf politikacıları, belki kurtuluş savaşının ilk yıllarındaki çok kısa bir dönem hariç, hiçbir dönemde özgürlükçü demokratik bir anlayışa sahip olmamış, bu güne kadar bu soruna dair baskı ve zorbalıkla sindirmekten başka kalıcı ve demokratik bir çözüm politikası üretememiştir.
Otuz yıla yakın bir süredir yaşanan ve onbinlerce gencimizin hayatını kaybettiği bir savaşın çözümsüzlüğü apaçık ortada olmasına karşın, tarihsel çözümsüzlük politikaları konusundaki ısrar, farklı üslup ve tarzlar içerisinde bu gün de sürdürülüyor. Bu şekilde sorunu bir çözümsüzlük konumu içinde tutarak çürütmeye çalışılıyor. Böyle bir politika, bir yandan milliyetçilik temelinde gelişen bir şiddet eğiliminin giderek toplumsal alana yayılmasıyla birlikte, etnik temelde ayrışma eğilimlerini de güçlendirirken bir yandan da AKP tabanını oluşturan dinci gerici örgütlenmelerin bölgede güç kazanmasına da hizmet etmektedir.
Bize göre Kürt sorununun kalıcı bir çözümü yerinden yönetim ilkelerinin doğrudan demokrasi temelinde geliştirilmesi ve yerel halk meclislerinin yönetsel yetkilerle donatılmasına dönük tutarlı bir demokratikleşmeyle sağlanabilir. Kuşkusuz ki burjuvazinin kendi iç iktidar kavgaları içindeki faşist ve gerici fraksiyonlarından bunun beklenmesi elbette mümkün değildir. Böyle bir çözüm, devletin idari yapısının değiştirilerek, her bölgede yaşayan halkın, etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklarına bakılmaksızın kendi sorunlarının çözümü ve kendilerinin idaresi hakkında söz ve karar sahibi olacakları bir sistemi gerektirir. Bugün böyle kapsamlı bir demokratikleşmeyi geliştirebilecek devrimci siyasi güçler de ülkenin kaderinde etkin bir konumdan uzaktır ve böyle bir gücün gelişmesi de sürekli dış müdahalelerle engellenmektedir. Bu bakımdan bugün Kürt sorununda kısa vadede kalıcı ve kapsamlı bir çözüm beklemek gerçekçi görünmemektedir.
Kuşkusuz kimlik hakları temelindeki mücadelede, kısmi ilerlemeler sağlayacak bazı düzenlemeler sağlanabilir ve bu doğrultudaki mücadele de küçümsenemez. Bu bakımdan devrimci bir siyaset Kürtlerin meşru kimlik ve tanınma taleplerinin savunuculuğunu tereddütsüzce üstlenmelidir. Demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi için; örgütlenmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözüm imkanına kavuşması, Alevilere ve her türden farklılığa yönelik baskıların son bulmasını da içeren demokratik bir dönüşüm programı kararlı bir şekilde savunulmaya devam edilmelidir.
SOLUN BİRLİĞİ VE DEVRİMCİ SİYASET
Bu gün Türkiye‘de genel olarak solun kitleler üzerindeki etkisinin en düşük düzeyde kaldığı bir dönemden geçiliyor. Bu durumun kuşkusuz solun kendisine ait eksik ve yanlışlardan kaynaklanan nedenlerinin yanı sıra, dünya çapında sosyalizmin (sosyalist sistemin çöküşüyle başlayan) bir gerileme sürecine girmesine karşılık, kapitalizmin neoliberalizm temelinde kazandığı konjonktürel ideolojik hegemonyanın da önemli bir etkisi vardır.
Solun zayıflığına karşı önerilen çözümlerden biri "solu birleştirmek ve bu şekilde büyütmek" şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu görüş kamuoyunda da yaygın olarak paylaşılan solun zayıflığını bölünmüşlüğüne bağlayan bir anlayışa dayanıyor.
"Birlik" fikri biraz da bu nedenle her dönemde solun sorunlarına çözüm bulmak için sıkça başvurulan bir yol olmuştur.
Son zamanlarda bu tür önerilerin bir kez daha solun gündemine taşındığı biliniyor. Kuşkusuz "Birlik" önerileri kolayca reddedilebilecek bir şey değildir. Ancak gerçekte bu tür önerilerin bu güne kadar bir çok kez denenmiş olmasına karşın başarısız kaldıkları da ortadadır. ÖDP‘de başlangıçta solun birliğini hedeflememesine karşılık, sol kamuoyundaki "birlik" ihtiyacını karşılayan bir misyonu da üstlenmek durumunda kalmıştı.
Solun zayıflığının nedenlerini onun bölünmüş olmasında değil, asıl olarak uyguladığı politikalarda aramak gerekir. Sol hareketler özellikle 12 Eylül sonrasında sömürü düzenine karşı toplumsal sorunlar temelindeki eleştirileri içeren ve düzen değişikliği isteyen politikalar yerine, daha çok demokrasi, insan hakları, fikir özgürlüğü vb. yoksul kesimlerin birinci derecede ilgilenmediği rejim sorunlarına ağırlık veren politikalar izledi. Bu durum solu düzen mağdurlarıyla bağlarının güçlenmesi yerine daha çok aydın kesime dayalı hareketler olarak kalmasına yol açan bir sonuç doğurdu. Aynı durum rejim savunusu temelinde sağ politikalar izleyen CHP için de geçerli oldu. Bunun sonucu olarak CHP‘de (yetmişli yıllarda yükselen devrimci dalganın baskısı altında Ecevit‘in düzen değişikliği temelinde yürüttüğü propoganda ile bir ölçüde buluştuğu) ezilen-yoksul halk kesimlerinden uzaklaşarak, daha çok laiklik temelindeki yaşam biçimini önemseyen elit kesime dayanan sağ bir partiye dönüştü.
Son dönemlerde "solun birleştirilip büyütülmesi" bağlamında ortaya atılan söylemlerin en büyük zaafı da bu konuda açığa çıkıyor. Bunlar çoğunlukla içeriği netleştirilmemiş afaki söylemler olarak ifade ediliyor. "Müslüman emokratlardan liberallere uzanan" diye ifade edilen kesimlerin bir araya getirilerek, askeri vesayete son verilmesini ve Kürt sorunun çözülmesini hedefleyen bir programatik çerçeveden söz ediliyor. Kürt hareketinin bir önerisi olarak yürütülen "çatı partisi" girişimi hareketin geldiği nokta açısından yürütülen mücadelenin bir ihtiyacı olarak görülmekteyse de, böyle bir programın sosyalist sol açısından bir birlik zemini olamayacağı ortadadır. Önerilen programatik bir çerçeve içinde sol örgütlerin kürt hareketiyle bir araya getirilmesini öngören bir partinin solun birlik sorunu açısından bir çözüm getirmesinin mümkün olmaması bir yana, Kürt hareketiyle Türkiye solunun doğru bir ilişki biçiminin sağlanması da mümkün görünmemektedir.
Bu konuda dikkate alınması gereken bir sorun Kürt (ve Alevi ) hareketlerinde kimlik talepleri çerçevesindeki mücadelede yaşanan kitleselleşmeyle ilgilidir. Bu durum kitle temelinden yoksun bir konumdaki sol hareket içinde Kürtlerin ve Alevilerin kitleselliğinden yararlanarak kendi sorunlarına çözüm arama gibi faydacı ( oportünist) eğilimlere açık bir durum yaratmaktadır. Devrimci hareketlerin otokontrol mekanizmalarının aşındığı koşullarda, grupsal veya kişisel istismarcı girişimlerin nasıl sağlıksız ilişkilere yol açabileceği/açtığı unutulmamalıdır.
Türkiye Kürt sorunu başta olmak üzere çözümü devrim niteliğindeki değişiklikleri gerektiren çok önemli sorunları olan bir ülkedir. Bunun için Kürt hareketinin kazandığı kitleselliğin yeterli olmadığı, örgütlü bir halk hareketine dayanan devrimci demokratik mücadelenin gelişerek ülke siyasetinde etkinlik kazanması gereği görülmek zorundadır. Böyle bir hareket ise kuşkusuz Kürt halkının ( Alevilerle birlikte) haklı kimlik taleplerinin kararlı destekçisi olmakla birlikte asıl olarak sivri oklarını mevcut düzene ve AKP‘ye, onun taşıyıcısı olduğu emperyalist-kapitalist sisteme karşı yönlendiren, küresel kapitalizmin mağdurları olan ezilenlerin çıkarlarının savunusuna dayanan bir siyasetle güçlenebilecektir.
Birlik fikri ancak böyle bir içerikle doldurulduğunda ciddi bir anlam kazanabilir.
DEVRİMCİ PARTİ, DEVRİMCİ SİYASET
Her örgüt içinde bulunduğu tarihsel dönemin sorunları içerisinde, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda anlam kazanır ve ona göre değerlendirilebilir.
Son dönemlerde 90‘lı yılların sorunları etrafında gelişen örgütsel yapıların büyük ölçüde işlevsiz ve etkisiz bir konuma düştüğü görülüyor. Emek hareketindeki uzun süredir devam eden kriz ve çözülmelerle birlikte, sosyalist devrimci yapıların parçalanmalara varan yeni sorunlar yaşamaları, farklı arayışların ortaya çıkmış olması, Türkiye solu açısından ( bizim bir geçiş dönemi olarak tanımladığımız ) bir dönemin artık sona ermekte olduğunu gösteriyor.
Buradan anlaşılması gereken şey, bu örgütlerin kendi gelişimlerinin bir aşamasını bir yönüyle tamamladıkları ve şimdi kendi misyonlarını yeniden tanımlayarak günün gereklerine uygun bir yenilenmeyi sağlayamadıkları oranda anlamlarını kaybedecekleridir.
ÖDP‘nin bir süredir karşı karşıya bulunduğu kriz de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir gelişmedir.
Geçiş döneminin muğlaklıklarını da içerisinde barındırarak, ülkenin içine sürüklendiği neoliberal değişim sürecine karşı emekten yana bir müdahaleyi örgütlemeye dönük bir iddia temelinde ülkenin tüm devrimci demokratik potansiyelini kapsayacak şekilde yapılanan ÖDP‘nin elbette dönemin koşullarının olanakları çerçevesinde azımsanmaması gereken bir mücadele önemli bri deneyim ortaya koyduğunu kimse inkar edemez.
Ancak partinin kuruluşundan itibaren tüm diğer sol yapılar gibi, küreselleşme çağının ortaya çıkardığı sorunlara verilen yanıtlar çerçevesinde ciddi görüş ayrılıkları ve ayrışmalarla yüz yüze kaldığı da bir gerçektir. Bu konuda yaşanan sorunların, görüş farklılıklarının parti içinde ciddi sorunlar yarattığı da bilinmektedir.
Örneğin geçmiş sosyalizm uygulamalarının bürokratik aşırı merkeziyetçi özelliklerine karşı eleştirel bir tutumun ifadesi olarak kullanılan "özgürlükçü sosyalizm" "özgürlükçü sol" kavramları, aynı zamanda kapitalist sistemin de, yeni liberal politikalarını özgürlükçü bir söylemle birleştirmesi, Turuncu devrimlerin de özgürlükçü demokrasi adına yapılır olması nedenleriyle bir kavram karışıklığı ve ideolojik bulanıklık zemini yarattı. "Özgürlükçülük" olarak daraltılarak ifade edilecek bu kavramlara, her kesim kendi anlamını yükledi. Kapitalist sistem, "özgürlükçülük ve demokrasi" derken, sermayenin daha çok özgürleştirilmesi ama ezilen kitlelerin daha çok sömürülmesi ve bireyselleştirilmesini ifade etti. Devrimciler ise bu kavramlara, yaşanmış sosyalizm deneylerinden de ders çıkartarak, sosyalizm ve devrim ideallerini daha da derinleştirmek ve bu kez yıkılmayacak şekilde yeniden hayata geçirmenin arayışı yönünde anlamlar yüklediler. Bu arada postmodern düşünce akımlarının ideolojik hegemonyası sonucunda sol içinde yayılan liberal özgürlük anlayışları da yaygınlık kazandı. Her türden dayanışmacı, toplumcu ve örgütçü tutumu küçümseyen, devrimci gelenekleri gerici burjuva bakış açılarıyla "cemaatçilik" olarak karalayan, bireycilik, benmerkezcilik ve "birey esaslı siyaset" gibi liberal anlayışlar "özgürlükçülük" kavramı arkasına sığınarak sol içinde karşılık bularak geliştirildi.
Keza çoğulculuk ilkesi de, azınlık görüşlerinin parti içinde kendisini ifade ve yönetimde temsiline imkan tanıyan bir ilke iken, giderek partinin yetkili organların çoğunluk oylarıyla alınan kararlarına dayanan merkezi siyasetlerine karşı her kesimin uygun gördüğü ( örneğin, seçimlerde başka partiler için çalışmak) gibi hareket edebilmesi manasında yorumlandığı noktada ortada gerçekte parti diye bir şeyin kalmadığı görüldü.
Ancak ÖDP açısından esas kriz, iddiaları doğrultusunda ciddi bir örgütlenmeyi gerçekleştirememiş olmasından kaynaklanmıştır. Partinin siyasal hattı dönemin öne çıkardığı gündemlere bağlı olarak daha çok demokrasi ve insan hakları, ülkede gelişen kimlik talepleri etrafındaki mücadeleler gibi rejim sorunları üzerinde yoğunlaşmıştır. Küreselleşme sürecinin mağdurlarını, emekçileri ve yoksulları örgütlemeye dönük politik iddia, örgütsel mekanizmalar ve hayatın içerisindeki canlı ilişkileri üretilemediği oranda da, parti asıl kendini var edeceği gerçek zeminleri de yaratamamıştır. Gerçek muhalefet mevzilerini yaratma, onların içerisinde var olma noktasında yeterli başarının sağlanamamasına yol açan bu çalışma tarzı, sonuçta partinin örgüt anlayışı olarak bürokratik burjuva örgüt formlarına benzer bir şekle sıkışıp kalmasına ve giderek burjuva parlamentarizmine kayan anlayışları beslemesine de yol açmıştır.
Bu yüzden 12 yıllık ÖDP hayatının, yarattığı önemli kazanımların yanı sıra şimdi yaşadığımız sorunları yaratan zaafları da barındıran bir süreç olduğunu söylemenin her şeyden önce bir özeleştiri gibi algılanması gerekiyor. Bu yüzden Partinin son dönemlerde karşı karşıya kaldığı sorunlara, bazılarının sorumsuz girişimlerinin çerçevesine sıkışmadan, devrimci sorumluluk içinde bir özeleştiri anlayışıyla yaklaşmamız gerekmektedir.
Bizim sorunumuz Türkiye‘de ezilen emekçi halkımızın, bugünkü düzenden, sermayenin, emperyalizmin egemenliğinden kurtarılması doğrultusunda devrimci bir siyasetin geliştirilmesi sorunudur. Parti, ancak böyle bir anlayışla kendisini burjuva liberal siyasetlerin kuşatmasından kurtarabilecek ve yeniden geleceği kazanma iddiasına kavuşabilecektir. Devrimci geleneklerimiz bize bu kopuşu başarabilmemizi sağlayabilecek kadar güçlü bir tarihsel deneyim ve sağlam bir teorik arka plan bırakmıştır.
ŞİMDİ DEVRİMCİLİK ZAMANIDIR
Modern dünya tarihi bir bakıma modern toplumların üstünde yükseldiği devrimlerin de tarihidir. Tarihteki bütün büyük toplumsal dönüşümler büyük devrimlerin sonucunda gerçekleşmiştir. Nasıl Fransız devrimi bütün bir sonraki yüzyılın dünya siyasetinin gelişimini ve toplumsal yapılarını derinden etkilediyse, 1917 Sovyet Devrimi de bütün dünyayı derinden sarsan ve bütün yirminci yüzyıla damgasını vuran sonuçlar yaratmıştı; onun yenilgisi de içinde bulunduğumuz süreci etkilemeye devam ediyor.
Sovyetler Birliği‘nin yıkılışıyla birlikte dünya yeni bir tarihsel sürece girerken burjuva ideologları bu geçiş döneminin alacakaranlığında tarihin ve devrimlerin de sonunun geldiğini ilan ettiler.
Bugün her türden burjuva liberalinin bütün bir devrimci geleneğe karşı giriştikleri saldırının arkasını dayadığı yer, bu içi boş burjuva safsatasından başka bir şey değildir. Bunun için şimdi her türlü dönekliği baş tacı ediyorlar; Deniz‘lerden Mahir‘lere kadar, devrime ait olan her şeye, bütün bir geçmişe ve devrimci değerlere fütursuzca saldırabiliyorlar.
Küreselleşmenin getirdiği neoliberal ideoloji, devrimin topluluğa ve ortak değerlere vurgu yapan ideolojisinin yerine tekilliğe ve ayrıklığa vurgu yapan bir ideolojik hegemonya kurdu. Bu etki, tüm topluma olduğu gibi sola da yansımıştır. Türkiye solunda, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar liberal tavırlar kutsanmaktadır. Bireycilik, benmerkezcilik ve liberal bir özgürlük anlayışı her türden dayanışmacı, toplumcu ve örgütçü tutumun önüne geçmiştir. Her türden ortakçı tavır alışlar, bir tür arkaizmle eş tutulur ve alaycılıkla karşılanır hale gelmiştir.
Reel sosyalizm deneyimleri, yarattığı pek çok insani değerin yanı sıra, bürokratizme ve totalitarizme varan gündelik hayat deneyimlerine de sahne olmuştu. Aslında yalnızca sosyalizmin kendi iddia ve değerleri karşısındaki bir yenilgi olarak kabul edilmesi gereken bu durum, günümüzde örgütsüzlüğü ve farklılığı mutlaklaştırarak, gündelik hayatların dönüşümünü hedefleyen bir mücadele tarzının popülerleştirilmesine yol açabilmiştir.
Devrimci bir dönüşüm anlayışı yerine var olan demokratik hak ve özgürlüklere razı olan yetinmeci, tefekkürcü ve şükürcü bir solculuk anlayışı neoliberalizmin sola vurduğu en büyük darbedir. Solun asıl yenilgisi de bu alanda olmuştur. Hiçbir siyasal ve örgütsel yenilginin etkisi, insanların düşlerinin kaybolmasından daha büyük olamaz.
Sol kendi iddialarını kaybetmiş, hayalleri yitmiş, cesareti törpülenmiştir. İddiaları bu günkü düzen sınırlarını aşmayan, hayalleri burjuvazinin tahayyüllerini ezip geçmeyen, cesareti düşmanlarınınkinden katmerli olmayan bir sol hareket sinikliğe ve yenilgiye mahkûmdur. Devrim, devrime ve sosyalizme ihtiyacı olanlarla, devrime ve sosyalizme inancı olanların arzularının ve eylemlerinin buluştuğu anda yürürlüğe girer.
Devrimcilik yürekten inanılan ve uğruna yaşamların konulduğu bir iddia olmaktan çıkarılmış ve bunun yerine muhalif olmaktan ibaret anarşizan bir aydın tavrı geçer akçe haline gelmiştir. Bireyin özgürleşmesi anlayışının yerini bireysellik, örgütlü mücadele gereğinin yerini bireycilik almıştır.
Oysa ezilenlerin ezenlere karşı her türlü egemenlik biçimine karşı bir isyan ve meydan okuma demek olan devrim dün olduğu kadar bugün de günceldir.
Bu gün "devrimin imkansızlığı" fikri, en çok küreselleşme ideolojisinin oluşturduğu emperyalizmin mutlak hakimiyet gücü karşısında bir teslimiyet duygusuna dayanıyor. ABD‘nin dünyanın her bölgesinde yürüttüğü operasyonlar ve saldırılar, bu kanının yaygınlaşmasına ve devrimci bir iktidar mücadelesini dışlayan anlayışlara yol açıyor . Oysa tersine bu saldırılar kendi karşısında her geçen gün büyüyerek şiddetlenen direnişler daha şimdiden Küresel kapitalizmin karşı konulmazlığı iddialarını çürütüyor. En son yaşanan küresel kriz dalgası, nasıl "serbest piyasaya tapanların çığırtkanlığını susturduysa, bölgesel ve toplumsal eşitsizliklerin had safhaya ulaştığı bir çağda, ezilenlerin isyanının" bütün insanlık tarihinin geçtiği yollardan geçerek yirmibirinci yüzyılın devrimlerinin yolunu açacağından da kuşku duyulamaz.
Kuşkusuz bu iddia, bu gün içinde bulunduğumuz geçiş sürecinin alaca karanlığında, kitlelerin neoliberal dönüşümcü fikirlerin ideolojik hegemonyası altında olduğu günümüz koşullarında bu günden yarına bir devrim beklentisi olarak anlaşılamaz. Devrimcilik hiçbir zaman yalnızca askeri ve siyasal bir süreç olmadı. Bu gün de devrimci bir kurtuluş umudunu toplumsal hayatın işleyişini demokratik ve özgürlükçü kılmaya çalışarak insanların gündelik hayatlarında var edemeyen bir devrimci hareket zaferden bir o kadar daha uzak kalacaktır.
Bu yüzden bugün en çok ihtiyacımız olan şey, yoksul halk kitlelerinin taleplerini ve özlemlerini kucaklayabilecek bir mücadeleyi hayatın içinde ve kitlelerin yaşamlarında görünür kılacak şekilde hayata geçirmek için mücadele etmekten başka bir şey değildir. Bu program kağıt üzerinde bir talepler manzumesi olarak kaldığı sürece elbette hiçbir işe yaramayacaktır. Bir iddiayı ve programı devrimci yapan onun geniş kitleleri harekete geçirebilme kapasitesidir. O iddiayı insanlarla buluşturacak olan da devrimcilerin özverisi ve çalışma anlayışıdır.
İçinde bulunduğumuz sürecin tüm olumsuzlukları ile birlikte olumlu yanı da devrimci bir yenilenme doğrultusunda güçlü bir eleştirinin açığa çıkabilmiş olmasıdır. Gelecek buradan kurulacaktır.
Solun, devrimci bir tarzda kendisini yenileyerek yeniden var oluşunu gerçekleştirmek, sol içerisinde gelişen her tür liberal ve konformist eğilimin, pragmatizme, kariyerizme ve bireyciliğe dayalı siyasetin reddedilerek, devrimci düşüncelerin hayat içinde militan bir tarzda savunulması ile mümkün olabilecektir.
Tarihsel bir süreklilik içerisinde devam ettiğimiz mücadele sürecinin yeni bir evresine, yeni bir var oluşa doğru ilerleyeceğiz. Yarının kurucuları, kalplerinin közü kararmamış inançlı ve yürekli devrimciler olacaktır.
Bunun için bu gün yaşanan küresel kapitalizmin yıkımına karşı da, yeniden ve bir kez daha ‘Tek Yol Devrim‘ deme zamanıdır.
Şimdi daha güçlü; şimdi daha kararlı; ama bu kez yarını bugünden kurmanın heyecanıyla…
Evet bu anlamda ve asıl şimdi!
ŞİMDİ DEVRİMCİLİK ZAMANIDIR!
Dipnotlar
(1)Bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı‘na kadar Amerika kıtasının dışına çıkmama esasına dayanan izolasyonist (içe kapanmacı) bir politika yürüten ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalist kampa dahil olması nedeniyle bu politikasını terkederek emperyalist kampın liderliğini üslenerek, "Eiseinhouwer Doktrini" diye adlandırılan siyasetlerle kapitalist dünyanın jandarmalığına soyunmuştu. Soğuk savaş dönemi olarak bilinen bütün bu dönem boyunca yeni sömürge ülkelerde gelişen muhalefet hareketlerini bastıracak yöntemler geliştirilmiş, askeri yardımlar marifetiyle orduları ve yöneticileri ele geçirerek özel harp örgütleri, yarı askeri faşist terör çeteler, "gladio"lar kurdurulmuş, kontr gerilla taktikleriyle, cinayetler, katliamlar tertiplenmiş, iç savaşlar çıkartılmış, onların yetmediği yerde askeri darbeler yaptırılmıştı. Türkiye‘de son yarım yüz yıl boyunca yaşanan askeri darbelerin arkasında ABD‘nin bulunduğunu biliyor.
Sovyetler Birliği‘nin dağılmasından sonra artık Komünizm tehlikesinin ortadan kalkması nedeniyle ABD politikaları da değişti. Bu farklılıklar özellikle bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerdeki gelişmeleri doğru değerlendirmek açısından önem taşıyor. Amerika artık soğuk savaş stratejileri denilen eski yöntemleri terk ederek, esas olarak neoliberal politikalara paralel bir "sivil demokrasi" paradigması geliştirdi. Artık "Yeni Dünya Düzeninde" komünizm tehlikesinin yerini "terörizm tehlikesi" aldı. ABD‘nin "terörizm tehlikesine" karşı dünya barışını ve demokrasiyi korumak için (!) artık eskisi gibi dolaylı saldırı yollarına gerek kalmadan doğrudan askeri müdahale ve işgallere başvurabilmesi oluyor.
(DN2). Zaten bu yüzden bugün ABD‘nin BOP politikaları bağlamında Türkiye‘de bir ılımlı İslam devletine yönelik gelişmeleri desteklemesi yüzünden, eski kankasına bozularak Avrasya‘dan çare arama hevesine kapılmış iki emekli generalin dört yıl önce yapamadıkları bir darbe projesi nedeniyle kolayca tutuklandığını görebiliyoruz Bazılarının yaptığı gibi "bugün solun temel görevinin askeri vesayet rejimine karşı sivil demokrasiyi Müslüman demokratlarla birlikte savunmak" şeklindeki tespitler, günün gerçekleriyle örtüşmemesi bir yana, bize göre solun mücadele hattını ABD‘nin neoliberalizme paralel olarak geliştirdiği "liberal demokrasi" paradigmasının çizgisine çekmekten başka bir anlama gelmiyor. Bu görüşün savunucularının bizim gibi bu iktidar kliklerine karşı bağımsız bir mücadele hattının geliştirilmesini savunanlara yönelttikleri "darbeci, milliyetçi, Kemalist" vb. suçlamaları ise, liberal şımarıklığın bir göstergesidir. Arkalarındaki ABD‘nin emperyalist politikalarına, CIA destekli "Fethullah" operasyonlarına bakmadan kendileriyle birlikte AKP saflarında yer alarak darbe savar naralar atmayan; AB‘ci ve küreselleşmeci olmayan herkesle birlikte devrimcileri de "milliyetçi", "darbeci" ve "Kemalist" ilan etmekten kaçınmıyorlar. Bu tür tutumlar bırakalım solculuğu-devrimciliği, dürüst bir demokrata bile yakışan tavırlar değildir.
(DN3) Devrimci bir gelişmeyi, ülkenin dört bir yanına devrim umudunu yaratacak odakları yayarak yakalayabiliriz. Geniş ve büyük bir muhalefet hareketinin örgütlenmesi için, büyük kentlerin yoksul mahallelerinden başlayıp Anadolu‘nun ücra ilçelerine yayılacak yerel dayanışma örgütleri ve odakları da geliştirilebilir. Buralarda toplumun kültürel sosyal, sanatsal, sportif gelişimine dönük etkinlikler düzenlemek, gençlerin lise ve üniversitelere dönük hazırlık süreçleriyle dayanışmak, vasıf kazandırıcı kurslar oluşturmak, üreticiden tüketiciye ağlar, yerel pazarlar kurmak, haksızlığa uğrayanın hukuken ve fiziksel olarak yanında yer alacak birimler yaratmak, iş bulma süreçleriyle dayanışmak, ezilenlerin hastalık, cenaze, düğün, doğum vb önemli anlarında esnek bir kolektif siyasi kimliğinde taşıyıcısı olarak orada olmayı başarmak ve o yerelle ilgili her türlü meselenin çözümünde kolaylaştırıcı, toparlayıcı , birleştirici bir demokratik zemin olarak ortaya atılmak toplumun yerel eylem üretme kapasitesini geliştirme mücadelesinde ihmal edilmemesi gereken adımlardır.